top of page
Yazarın fotoğrafıAli Tavlaşoğlu

Hayatları değiştiren Adam, Fatih Akçalı

Güncelleme tarihi: 5 Oca 2023

17 Eylül 2012 Pazartesi günü Nevzat Karabağ Anadolu Öğretmen Lisesine ilk kez adımımı atmıştım. 2012-2013 eğitim yılı açılış töreni yapılmış, bizim gibi okulda yeni olan müdürümüz: “Nevzat Karabağ Anadolu Öğretmen Liseli bir markadır, ben bu formayı üzerinde taşıyan öğrencilerin zille sınıflara girmesini hakaret sayarım.” diyerek konuşmasını sonlandırmıştı.






Biz öğrenciler, o an ne kadar değerli olduğumuzu ve okul üniformamızı giyer giymez sorumluluklarımızın olduğunu anlamıştık. 9. Sınıf haricindeki öğrenciler okul kapısına doğru yönelerek sırayla içeri giriyorlardı. O sırada eline mikrofonu alarak merdivenlere çıkan birisi (sonradan tanıdığım, Yavuz Hocamız) 9.sınıfa başlayan öğrenciler için sınıf listelerini okuyordu. Heyecanla ismimin okunmasını beklerken, çevremde tanıdık birileri var mı diye bakınıyordum. O esnada, hayatımı derinden etkileyip, anlamlı izler bırakacak olan 9-B sınıfının listesinde yer aldığımı duydum. Kimseyi tanımamanın verdiği tedirginlikle, okulun en üst katındaki sınıfıma ayak basmıştım. Orta okuldayken gittiğim dershaneden birkaç arkadaşın simasıyla sınıfta karşılaşınca, heyecanımı dindirmiş ve onların yanında yerimi bulmuştum. Çok geçmeden sınıfa bir hocamız gelmiş ve tanışma faslımızı kendisini tanıtarak başlatmıştı. Eliyle gösterdiği ön sıraların birinden itibaren ayağı kalkıp: adımızı, soyadımızı, geldiğimiz okulumuzu, babamızın işini ve gelecekte ne olmak istediğimizi söyleyip oturmamızı istemişti. Sıranın en son geleceği arka sırada oturmama rağmen heyecanım artmış, kaygılanmaya başlamıştım çünkü hayatım boyunca ne olacağıma dair en ufak bir hayalim dahi olmamıştı ve bu durum üniversite tercih dönemine kadar böyle devam etmişti. Kaygılanmama sebep olan bir diğer etken ise o sırada adlarını ilk kez duyduğum ama sonradan kardeşim olacak insanların, yanıtlanması istenen sorulara karşı mahcubiyetle cevap verebilecekleri korkusuydu. Ödüm kopuyordu, birisi kalkıp da babasının vefat ettiğini söyleyecek diye. Sıra bana geldiğinde neyse ki korktuğum başıma gelmemişti. Ama garip bir durumla karşılaşmıştım. Benden öncekiler sadece tıp fakültesini okumak istediklerini değil uzmanlık alanlarına kadar detay vererek olmak istedikleri mesleği söylemişlerdi. Evet, hiç kimsenin babası vefat etmemişti ama ben yine de bunun yanlış olduğunu düşünüp tavır almıştım. Adımı söyleyip, gelecekteki mesleğim için bir hayalim olmadığını, hakkımdan hayırlısı olması için dua ettiğimi, kendimi yeterince tanıttığımı söyleyip oturmuştum. Sonra tıp fakültesinde okumak isteyen o 29 kişiye ne mi oldu dersiniz?



Kızlar, harbi çocuklarmış: çoğusu şu an tıp fakültesinde öğrenim görüyor. Erkeklere gelince onlar da vefalı çocuklarmış: okulun ilk gününde, ilk kez tanıştıkları hocalarının yıllarca dilinden düşürmediği: “Sizler tıp fakültesini kazanamayacaksınız, Beyda ablacım tıp fakültesine giderken, sizler ona gıptayla bakacaksınız. Kafanızı duvardan duvara vurduğunuzda ise iş işten geçmiş olacak.” sözünü yere düşürmemek için (!) tıp fakültesini tercih etmemişlerdir… Tanışma faslı, okulun ilk günü hatta ilk haftası boyunca farklı hocalarla, farklı derslerde ama hep aynı uygulamayla, aynı sorularla ve benim aynı tavrımla devam etmişti. Ta ki dersimiz kimya oluncaya dek...

Aranızda, bizim dönemi tanıyanlarınız olup “Şuayp de sizin sınıftaydı ama şu an tıp fakültesinde ne yani o vefasız mı çıktı diye soranlar olacaktır. Bunun için bir dipnot geçeyim. Şuayp YGS sınavında bin küsur sıralama yapmış olmasına rağmen denemelerde biyoloji netleri hiç ümit vermiyordu. Biyoloji hocamız Mustafa Hoca da bu eksikliğin farkında olduğu için Şuayp’in zaafını fark etmiş ve ona sürekli: “Sıralamana güvenme, sen tıp fakültesini kazanamayacaksın.” diyerek onu gaza getiriyor LYS sınavına böyle hazırlıyordu ve sonunda da emeklerinin karşılığını aldı.





4 Yılımızın geçtiği; arka cephesi güneş almayan sınıflarımızın dört duvarlarına, bahçesindeki çardak ve bir tahtası kırık oturma bankına, karşılıklı olmayan basket potalarına, filesinde hep sıkıntı olan voleybol sahasına, fırfır yapmanın yasak olduğu ve ne hikmetse topun her zaman kayıp olduğu langırta bile anlam yükleyen biz, fen lisesini kazanamayan şanslı Nevzat Karabağ Anadolu Öğretmen Lisesi öğrencileri hangi dönemin öğrencileri olursak olalım, hangi yıl mezun olursak olalım okulun kurulduğu ilk yıldan itibaren, görev yapan hocalarımızın elinde büyüdüğümüz için birbirimizle anlatacak yüzlerce anımız oluyordu. Bizi ortak noktada toplayan hiç tanımadığımız insanlarla aramıza gizlice sevgi bağı örüp aile olmazı sağlayan; yeri geldiğinde anne babamız, abi ablamız hatta en yakın arkadaşlarımız olarak gördüğümüz o eşsiz öğretmenlere anlam yüklemememizi beklemek düpedüz ahmaklık olurdu. Çünkü okulumuzu anlamlı kılan duvarlar, bahçeler hatta uğruna çarpıştığımız tek tahtası kırık olan oturma bankı değil: okulumuzu anlamlı kılan yegâne şey o eşsiz insanların varlığıydı. Var olsunlar..



Emeğini her zaman üzerimde hissettiğim, tanıdığım ilk andan itibaren idol olarak benimsediğim, “Bakın çocuklar kimyayı benden daha iyi anlatan birinden, şu an içinde bulunduğumuz sınıflardan daha iyi mekanlarda, fevkalade bir şekilde öğrenebilirsiniz ama benim için önemli olan vatana millete faydalı bireyler olmanızdı. Benim bütün ödevim budur.” sözüne aklımdan hiç çıkarmadığım Fatih Hocamızla tanışmamızı ve bize kazandırdıklarını bir nebze de olsa anlatmak istiyorum.


9.Sınıfa tekrar dönecek olursak zilin çalmamasına hemen alışmış hatta bugüne kadar olma sebebini bile sorgular olmuştuk. Yavaş yavaş farkında olmadan hayatımız boyunca bir arada olmamızı sağlayacak bağı kuruyorduk. Teneffüs bitmiş dersin başlama saati gelmiş ve 4 yıl boyunca 1 dakika bile derse gecikmeyen Fatih Hocamız elinde kitaplarıyla tam zamanında sınıfa girmişti.“Merhaba çocuklar, dersimiz kimya ben de kimya öğretmeniniz Fatih Akçalı. Yakın zamanda sizler birbirinizi, ben de sizleri tanıyacağım o yüzden tanışma faslını geçiyorum.” diyerek tahtaya Simyadan Kimyaya başlığını atmış ve dersini anlatmaya başlamıştı.


Liseye geçince rahatlayacaksınız diyen orta okul hocalarımız anlık olarak bizleri motive etse de aslında büyük bir yıkıma neden olmuşlardı. Çünkü buna inanan okulunda başarılı öğrenciler liseye başlayınca: nasıl olsa daha sınava 4 yıl var deyip rehavete kapılmış ve okulunda başarısız öğrenciler olmuşlardı. Nitekim ben de onlardan biriydim. 8 yıllık öğrenim hayatın boyunca karnesinde 4 bile olmayan ben: lise 1’deyken ana derslerimin çoğusunun 3 olması gerçeğiyle karşı karşıyaydım. Hayatımda ilk kez teşekkür belgesi alan arkadaşlarım da benimle aynı kaderi paylaşıyorlardı.








İlk dönem bitmiş, sınıflar genel olarak başarı seviyelerini ortaya koymuşlardı bizim sınıf ise başarısızlık seviyesini.. Bazı hocalarımız sinirlendiğinde karşılaştırma yapar olmuştu. Haklılardı da ama söylem biçimleri bize göre yanlıştı ve bu durum bizi derslerden daha çok uzaklaştırıyordu. Sınıftaki kız arkadaşlarımızın okul birinciliği için verdiği çabayı biz erkekler sonunculuk için veriyorduk. Ama diğer sınıflardan farklıydık, hiç gruplaşmamıştık, 30 kişiydik ve hep beraberdik. Fatih Hoca bu yönümüzü çok seviyordu. Yılların verdiği tecrübeyle gözümüzün içine bakarak cevheri görebiliyor her birimizin birer pırlanta olduğunu söylüyordu. Onun bu söylemleri bizi ona ve birbirimize daha çok bağlıyordu.


Karışımlar konusundan itibaren dersleri artık sınıflarda değil Laboratuvarda işlemeye başlamıştık. En önemli kural derse önlükle gelmekti. İlk başlarda nedenini anlamıyorduk ama aslında hoca bize yaptığımız işi sevmeyi ve saygı duymayı öğretiyordu. Diğer sınıflarda her ders önlüksüz biri olduğu için hocanın morali bozuluyor ve dersleri istediği gibi işleyemiyordu. Hocamız sınıfımızı çok seviyordu çünkü yıl boyunca hiçbirimiz önlüğümüz unutmamıştık.

Fatih Hocamızdan bugüne kadar çok şey öğrenmişizdir ama hayatım boyunca bana eşlik eden ve her defasında hayırla yad etmemi sağlayan bir öğretisi vardır ki paha biçilemez: kendini ifade edebilmek. Geçen haftalarda tatlı bir tartışma içerisinde bulmuştuk kendimizi. Twitter hesapları olan kullanıcılar bu konuya daha vakıftır. Tartışma Ata Hukuk, Ata Tıp olarak kayıtlara geçti ama aslında bir tarafında Nevzat Karabağlılar bir tarafında ise tıp fakültesinde öğrenim gören kardeşlerimiz vardı. Biz yine aileydik ve sımsıkı birbirimize kenetlenmiştik. Tartışma diyorum ama aslında tek taraflı bir söylem içerisinde gerçekleşti tüm olay. Sonrasında oturup bu durum neden böyle diye konuştuk: yaşlarının küçük olmasından ziyade, lise yıllarında sürekli test çözmek üzerine yoğunlaştıkları için kendilerini ifade edememelerinden bahsettim. Tespitime çoğu kişi de hak verdi. Fatih Hocamız bazı derslerde yerine oturur ve söz sizde derdi. Onun bize olan güvenini sarsmamak ve işimizi en şekilde yapmak için o kadar çabalardık ki: farkında olmadan toplum içerisinde konuşabilmeyi, kendimizi en iyi şekilde ifade edebilmeyi öğrenmiştik. MBK yapım (Murat Bahadır Kaya isminin kısaltılması) ondan etkilenip kurduğum Tavlaşoğlu Medya onun kazanımlarından birkaçıdır.

Benim bu yazıyı yazmam için harekete geçiren de aslında budur. Ben inanıyorum ki: onun öğrencilerinin hepsi bu övünç duyulacak durumla karşılaşmış ve hocamızı hayırla yad etmiştir.



Okuldaki ilk yılımızı tamamladıktan sonra Erzurum’dan taşınan ve tm sınıfına geçen arkadaşlar olduğu için 10. Sınıfa 27 kişi başlamıştık. Aslında bir kişi daha eksiktik. Okulda 2 tane kimya hocamız vardı ve dönüşümlü olarak derslere giriyorlardı. Anlayacağınız Fatih Hoca bu yıl dersimize girmeyecekti. Bu durum bizi derinden etkilemiş, en iyi motivasyon kaynağımızı kaybetmiştik. Okulun en güzel sınıfında, koridorda bulunan 6 kişilik tm sınıfıyla beraber yalnızlığımızı yaşıyorduk. Zaman geçtikçe sayımız azalmaya, D sınıfının sayısı artmaya başlamıştı çünkü sinirlenmesine imkân verilmeyen Recep Hocamızı dahi sinirlendirmiş, çoğu dersi işlenemez hale getirmiştik. Yapılan toplantılarda ilk madde olarak konuşulmaya başlanmış, yönetim tarafından sürekli dağıtılmakla tehdit edilir olmuştuk. Ama ne olursa olsun Fatih Hocamızın “Sorun onlarda değil: onlar pırıl pırıl çocukladır.” diyerek bizi birçok kez savunmasını kuşlar tarafından işitmiştik. Fatih hoca bizi savunuyordu çünkü dersimize girmemesine rağmen bizimle ilgileniyordu. Tek bir ricası üzerine atom modellerini anlatan bir video hazırlamıştık. İlk profesyonel işimizin TÜBİTAK projesi olarak sunulmasını ise teşekkür belgelerimizi Fatih Hocadan alırken anlamıştık.

Okul basketbol takımını oluşturan 14 kişinin 7’sı bizim sınıftaydı ama maç günleri sınıfta hiçbir erkek kalmıyordu çünkü kardeşlerimizi desteklemek için orada olmak zorundaydık. "Ne sevdam bitti ne kavgam" diyerek sahaya kavga etmek için değil ayırmak için atlayan taraftarlardık. Bu destek sadece basketbol takımıyla sınırlı kalmamış voleybol maçlarında da yerimizi almaya başlamıştık. Erzurumspor maçlarına dahi gidiyorduk. Tabi bu arada haftada 4 saat olan matematik dersinin çoğusuna gitmiyorduk. Bu durumun dezavantajını, sınav notlarımın sonuçlanmasıyla farkına vardım. İlk 2 matematik sınavımın notu 30’du ve benim dersi geçmem için son sınavdan 100 almam gerekiyordu. Biraz çalışma biraz da ön sıramda oturan arkadaşa güvenerek sınava girmiş, önümdeki başarılı arkadaşım sağ olsun 100 aldığımıza inancının tam olduğunu söylemişti. Mutluyum ama uzun sürmedi bu durum. Büyük bir ayrıntıyı kaçırmıştım: sınavda kitapçık vardı. Sınav açıklanmış 10 almıştım. Matematik hocası sınıfta: ” Bazı arkadaşlarınızın ne yaptığını gayet iyi biliyorum, onlar ancak kendilerini kandırırlar. “ demesi üzerine dersi geçme ümidim kalmamıştı. Aradan bir iki gün geçtikten sonra nöbetçi öğrenci yanıma gelip matematik hocamızın bahçede olduğunu ve beni çağırdığını söyledi. Allah kerimdir diyerek olacaklarla yüzleşmeye gitmiştim. Bahçeye çıktığımda, bir tahtası kırık oturma bankın üzerinde 3 hocamızı yan yana otururlarken gördüm. Dersten kalmam, belge alamamam umurumda değildi çünkü o bankta oturanlardan birisi Fatih Hocaydı. Ayaklarım ters ters gitmeye başlamıştı. Zaman geçmek bilmiyor, başımdan aşağı kaynar sular dökülüyordu. Fatih Hoca “MemedAli” diyerek seslendi göz göze geldik. 3 saniye gözümün içine bakıp: “Tamam gidebilirsin” dedi. Hayatımın en kötü anlarından birini yaşamıştım. 3 saniye ömrümden 3 yıl çalmış, utancımdan yerin dibine girmiştim. Keşke sabah kadar dövüp disipline verseydi de öyle bakmasaydı diye içimden geçiriyordum. O günden sonra kopya çekmemeye yemin etmiş, bugüne kadar da yeminimi bozmamıştım. Matematik dersine gelince: Fatih Hocamın matematik hocamıza ricası üzerine, 1 haftada içerisinde 1 matematik soru kitabı bitirip teslim ederek dersten geçmiştim. Fatih Hocam bir kez daha beni kurtarıp, hayatım boyunca unutamayacağım dersi vermişti.



Fatih hoca, okulda en saygı duyulan hocalarımız başında gelirdi. Bize o kadar çok güvenirdi ki gözetmen olduğunda tüm öğrenciler hazırladığı kopyaları bir tarafa iterek çaresiz bir gülümsemeyle birbirlerine bakarlardı. Fatih Hoca, sınav kağıtları dağıtır çoğu zaman yanında getirdiği kitabından başını kaldırmazdı çünkü korkardı, en çok o korkardı: nefsine uyup kopya çeken öğrencisini görür de kahrından perişan olur diye. Herkes bilirdi ki Fatih Hocaya saygısızlık yaparak alacağı notun hiçbir ehemmiyeti yoktu.


10-B olarak son toplu vukuatımızı 2 mayısta gerçekleştirmiştik. Son sınavımız olan kimya sınavından çıktıktan sonra 24 kişi kalan sınıfımızın tamamıyla doğum günümü kutlamak için okulun yanındaki parka gitmiştik. Yoklama kağıdına: “Sınıfta hiç kimse yok.” yazılmasının ardından, Fatih Hocanın tek başına bizim için verdiği mücadele yetmemiş, kalemimiz kırılıp hakkımızda hüküm verilmişti: 10-B sınıfı dağıtılmıştı. Sınıfların rastgele dağıtıldığı söylense de bu olay hep muallak olarak kalmıştı. Çünkü ne hikmetse: A Sınıfı özel olarak belirlenmiş, yurtta kalanlar B sınıfına toplanmış ve 10-B’nin belli başlı kişileri ayrı ayrı sınıflara konumlandırılmıştı. Tam bir fiyaskoydu anlayacağınız: okul başlamadan sınıfını değiştirenler, onları duyup itiraz edenler… İlk 1 ay, müdür yardımcısının odası boş kalmamıştı ama biz kaderimize razıydık. Dağıtılmamızın bizim için daha iyi olacağına inanıp, kimine göre kayıp olan 2 yılın telafisi için çalışmaya başlayacağımıza dair kendimize söz vermiştik.


11. sınıf artık akıllanma, sınava hazırlanma zamanın habercisiydi ve artık aramızdan birinin okul başkanı olacağının. İstisnalar olsa da geleneğimiz böyleydi. Nitekim ben de aday olmuştum. Seçim olmuş, açık ara bir farkla seçilmiştim. Artık istesem de istemesem de her olayın içinde buluyordum kendimi. Çünkü artık etki alanım sınıf içerisinde kalmamış, okula yayılmıştı.



Fatih Hocam Türkiye sevdalısı bir adamdı. Öğrencilerini de vatan sevgisiyle yetiştirmek için çabalar şanlı tarihimizi bilmemiz için elinden geleni yapardı. En iyi öğretinin ise akranlar arasında olduğunu bildiğinden bazı konularda bizden rica ederdi. Onun ricası bizim için emirdi. Öğrencileri bilinçlendirmek için haftalık olarak tarih konferansları vermeye başlamıştık, söz bizdeydi ancak bu kez sınıf arkadaşlarımıza değil okuldaki herkese hitap ediyorduk.


Tarih bilincinin oluşması için yıllar önce yürüttüğü tabyalar projesinin valilik tarafından düzenlendiğini görünce bizim de mutlaka katılmamızı rica etmişti. Bu işi en iyi yapacak olan sınıfları dağıtılan 10-B'ydi. 12 kişi bir yerde sabahlayıp gecenin zifir saatinde: dede ve ninelerimizin yaptığı gibi Lalapaşa’da namazımızı kılarak tabyalara yürüyüşümüzü gerçekleştirmiştik. Bunu gelenek haline getirerek, tarihin tekerrür ettiği tekrarladık. Mezun olduktan sonra da bayrağı alt dönemdeki kardeşlerimize teslim ettik.

Fatih hoca kendi değimiyle aradığı kanları bulmuştu. Tek bir ricasıyla her şeyi gerçekleştireceğimizi biliyordu. Hal böyle olunca hocadan kaçmaya başlamıştık çünkü her karşılaşma yeni bir etkinlik, konferansla sonuçlanıyordu ama sonra:”Biz yapmazsak kim yapacak? ” deyip, yine elimizi taşın altına koyduk. Gönüllü Kimyacılar Kulübünü kurarak faaliyetlerimizi bir kulüp çatısı altında gerçekleştirmeye başladık. İlk faaliyetimiz üzücü bir vefat üzerine olmuştu. Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu’nu kaybetmiştik. Hemen harekete geçip hayatını, yaptıkları verdiği mücadeleleri anlatmak için konferanslar verip panolar hazırladık.


Tarihimiz ne kadar şanlı olsa da her döneminde içimizi dağlayan sıkıntıları da barındırıyordu. Kurtuluş Savaşı’nda Erzurum’a gelerek savaşan Azerbaycanlı komutan Seyidov’un hatırasını yaşatmak için şehit düştüğü sokağa ismi verilmesi için çalıştık, çabaladık ve sonunda başardık. Şehidimizin ve şehitlerimizin ruhu şad olsun… Hoca, tarih sevdasının yanı sıra aynı zamanda Türkçe’nin de sevdalısıydı. Derslerinde yabancı terimleri yasaklamış, bunun bilinci oluşması için sınıftan birine takip ettirdiği para cezasını kesiyordu. Paralar belli bir miktara ulaşınca, tüm sınıfa mandalina alıyorduk. Hak geçmesin diye de bazen kendi ağzından kaçırıyor kendine de ceza kestiriyordu.


12. sınıf olmuştuk. Kimyanın en baba konularını, en baba kişiden dinliyorduk. Öyle güzel anlatıyordu ki tahtaya ne yazsa soru olarak karşımıza geliyordu. Öğrencilerin korkulu rüyası olan organik kimyayı, onun sayesinde üniversite sınavında tamamına yakını doğru yapmıştık. Hoca için başarılı olmamızı istiyordu ancak başarı onun için bir kriter değildi. YGS’nin açıklandığı gün:” Sizin değerinizi hiçbir sınav, hiçbir test belirleyemez. Sonuçlarınızın bir önemi yok, ben hepinizle gurur duyuyorum.” diyerek teselli etmişti. Gerçekten de öyleydi. Öğrencilerinin nerede okuduğunu dahi bilmezdi çünkü bu onun için bir kriter değildi. Tıp fakültesinde okuyan da değerliydi mezuna kalan da.



Fatih Akçalı, geçmişinin gizemiyle tüm öğrencilerinin gözünde Fatih Kral’dır. Dilim döndüğünce, hafızam el verdiğince onu anlatmaya çalıştım.


Ben hayatları değiştiren bir Adam tanıdım, ismi Fatih Akçalı’ydı..



-------------------------------------------------------------------------------------

09.08.2020 Tarihinde Hocamızın yazıyı okuyup yaptığı geri dönüş


Merhaba sevgili Mehmet Aliciğim,


O güzel, anlamlı, yaşanmışlık dolu tecrübelerini, hatıralarını okudum; gözlerim doldu, duygularım kabardı; öğretmen olduğum için bir daha mutlu oldum sayende. “İyi adam” dediğimiz, kendimize en çok benzeyendir aslında. Öğrenci cephesinden bir ayna tutmuşsun; sevabıyla, günahıyla kendimizi gördük; manzara şimdilik güzel!


Prof. Dr. Mehmet KAPLAN diyor ki: “Bir öğretmen öğretmenliği süresince halka mal olmuş üç beş şahsiyet yetiştirmemişse ben o öğretmenin öğretmenliğinden şüphe ederim. “. Şimdi bu anlamda öğretmen miyim, değil miyim? Sorusuna kendimce cevap vermeye çalıştım; dedim ki kültürümüzün teşvik ettiği edep, tevazu, merhamet, dürüstlük, estetik gibi değerlere sahip, Mehmet Ali gibi güzel, vefalı, kadirşinas, değerbilir, olumsuzluklar içinde güzellikler gören, sezgisi güçlü bir MİMARIN öğretmeni olmuşsam ne mutlu bana. Yükselen bir yıldızımız var onurunu paylaşmalıyım. Aslında öğretmenin en önemli dersi kişiliğiyle verebildiği ve etkilediği dersidir. Bunu başaranları kutluyorum. Keşke ben de böyle olabilseydim diye çok hayıflanıyorum. Sınıfa girdiğimde, sıradan insanların değil, yarının büyüklerinin karşısında hissediyordum kendimi. Sizlere büyük bir ülkenin büyük, erdemli çocuklarını eğitmenin gururunu ve heyecanını yaşıyorum diyordum ya tamamen haklıymışım; bu sözlerim boşuna değilmiş. Çünkü benim için her öğrenci “Nasıl bir yarın” sorusuna iyi yada kötü bir cevaptır; diyordum. Ve güzel yarınlar olacağınızı seziyordum. Güzel bir yarınlarsınız. Bir kıvılcım olarak gönderdik bir alev gibi döneceğinizi görür gibiydim. Şimdi mesleğinizi icra etmeye başlayacaksınız. Ülkemize estetik, güzellik katıp bir ekol olacağınızı hayal ediyorum; gerçekleştirmek sizin elinizde. Ben sizin kabiliyet ve yeteceğinize çok güveniyorum. Bu temennilerle gözlerinizden öpüyorum. Yolunuz, bahtınız, gönlünüz, ufkunuz, gönlünüz ve de gözünüz açık olsun iyi yürekli insan. Allah’a emanet olun. Bir ömür boyu dostluğumuz devam etsin inşallah.


Fatih AKÇALI

Mehmet Ali TAVLAŞOĞLU’nun öğretmeni


888 görüntüleme0 yorum

Kommentare


bottom of page