top of page
Yazarın fotoğrafıAli Tavlaşoğlu

İçimdeki Kavga

Merhaba içimdeki çığlığı merak edip bunları okuyan zat, bu yazı üst kısımda bulunan Nobahari müziği eşliğinde yazıldı eğer hissettiklerimi sen de yaşamak istiyorsan, müzik eşliğinde okumanı öneririm keyifli okumalar..


Bu yazılanlar benim değil, talepkâr iç sesimin, günlerdir belki de haftalardır zihnimin içinde tepişerek bana söyledikleridir. Ben sadece elime kalem alıp bu söylenenlerin rasyonelliğini görmek için yazma eyleminde bulundum, hepsi bu. Zaten bu yüzdendir ki daha yazmaya başlamadan, henüz bir girdap içinde feryat ettiğime şahitlik ediyorum. Her insanın düştüğü derin kuyusundan çıkmasının kendine özgü yolları vardır mutlaka, benimki de satır satır, sayfa sayfa yazmak. Umarım son noktayı koymamla beraber gün yüzüne çıkmış olurum.


İçimdeki sese söz vermeden önce şunu söylemek istiyorum ki kendimi masum görecek bir yol bulmak istiyorum. Zaman akıyor, mekân değişiyor, hayat başka imkânlar sunup başka imtihanlarla sınıyor ama bunlara rağmen içimdeki sesin rengi değişmiyor. Başkası olsa, eninde sonunda kendimi bir şekilde aklar, vicdanıma bir kılıf bulurum ama bu kez farklı. Çünkü onu suçlayamıyorum, onu susturamıyorum, hep doğruyu söylüyor, yalan söylerken bile. Her şeyi biliyor, her şeyimi biliyor; attığım adımdan soluduğum nefese kadar. Meleklerin ismet olduğunu bilmesem, iç sesimin Münker ile Nekir'in ta kendisi olduğunu zannederdim; ancak İblis'in ta kendisi olduğuna inancım tam.


Şimdi söz sende, konuş, ateşinde yanmaya hazırım.


Talepkâr iç ses,


Zannetmek, başlı başına bir yanılgı sebebindir. Bu seni öylesine tetikliyor ki zamansal aralıklarla histerik bir döngünün içinde olduğunu sanıyorsun. Anlamadın mı? Dur, ben sana açıklayayım hemen.


Kendini bir halt zannetmenden başlayalım istersen. Gerçi senin istemenin bir önemi yok, benim isteklerim geçerli artık burada. Kaçacak mısın? Nereye gitsen ardındayım demeyeceğim çünkü daha yakınım sana; içinin de içindeyim. O yüzden deneme bile. Anlıyorum seni. İnsan, kendinde olan eksiklikle yüzleşmemek için kabahati başkasında arıyor. Peki ya yüzleşeceği bensen, yani içinde olan; yüreğindeki veya zihnindeki her nereye baksa oradaysan?


Hayatta, her sorunun bir cevabı yok. Arayışlarına yönelik bir reçeten de yok. Belki de yaktığını anlaman için ateşe dokunman gerekiyor. Hislerin evrenselliğine inanıyorsun ama onunla tanışman ancak kendi tecrübenle oluyor.


Sevilme tecrüben miladımız olsun. En baştan söylemeliyim ki bu konuda çok deneyimsiz olduğun oldukça aşikâr. Buna tecrübe denmek ahmaklık olur, olsa olsa dürtüdür bu. Seninle ilişkisi parazit bir şekilde olan lanet bir dürtü. Hayatın boyunca öğrenemeyeceksin nasıl olacağını. Çünkü sen insanlara rüşvet vererek yaşayan, ilişkilerini bunun üzerine kuran birisin. En ummadıkları anda bir hatırlanmayla karşılarına çıkar, doğum günlerini kutlar, sayfalarca yazılar yazar, kahvelerini tatlandırmak için şeker yerine tarçın kullandıklarını, keki cevizli yemediklerini, narı sevmediklerini dahi bilirsin. Çünkü sen bunları, insanların sırf sana yüz döndüklerinde başlarına kakmak için bilinçsizce öğrenirsin. Onlara unutamayacakları deneyimler yaşatır, önemli olduklarını hissettirir, seninle arası iyi olana dünyanın en iyisiymiş gibi davranıp aranıza ufak bir pürüz girince de yerin dibine sokmak için elinden gelenin fazlasını yaparsın. Başarılı da olursun. En başarılı olduğun şey bu mudur? Belki de. Bilemedim şimdi ama yalnızlığının sebebi, bu işi çok iyi yaptığının ispatıdır, onu biliyorum sadece.


Hatırlar mısın, hani bir arkadaşını İstanbul’a davet etmiştin de bir hafta boyunca yedirip içirip gezdirmiştin. Elini olabildiğince bol tutmuştun, rüşvetin sağlamdı da, yiyen boğazından geçenin haram olduğunu bilmediğinden, giderken senin yanında, senin yerine ona fazladan hiçbir şey yapmayan birine küçük bir hediye almıştı. Günlerce yüzüne yüzüne bağırmıştın, aşağılamıştın sanki sana almak zorundaymış gibi, ona layık olan senmişsin gibi. Tercih edilmediğinin öfkesini nasıl da kusmuştun. Niye sadece gücünün yetebildiklerine yapabiliyorsun bunu? Hiç söylememiştim ama konusu açılmışken söyleyeyim: Engin Gençtan haklıydı, İsrafil, ablan haklıydı; hayatına girip seni biraz olsun tanıdıktan sonra son sözleri "Narsistsin sen!" deyip çıkan kızlar gibi.


Narsist olduğun kadar değersizsin de.


Dünyada 8 milyarı geçmiş bir insan nüfusu varken kendini bu denli yalnız hissetmek nasıl bir lütuf, anlatmak ister misin? Ya da vazgeçtim, aynı masalları anlatır durursun şimdi sen. Yok, hayatında beni tanıyan insanlar çok şanslı, yok, onların hayatından çıkman en büyük azapları olur. Allah aşkına soruyorum, sen gerçekten bunlara inanıyor musun? Özel olduğuna, yeri hiçbir zaman doldurulamayacak birisi olduğuna?


İlişkiler bir lütuf değil, karşılıklı emektir. Sen tercih edilmeyensin, her zaman. Tüm seçeneklerin arasında gözden çıkarılan ilk, yegâne varlık sensin. Bunu en iyi sen biliyorsun. Başına ilk kez mi geliyor sanki reddedilişin, ilk kez mi tadıyorsun bu hissi? Değil bir parmağını, tüm elini de ateşe soksan, sen o ateşin yakıcılığını değil acısına müptelasın. Neyse ki hayat seni bundan mahrum etmeyecek, merak etme. Sevilmemenin hazzını tüm dimağınla tadacaksın. Çünkü sen bunu kendine layık görüyorsun.


Bir gün, bir kızla yolda yürüyordun da bir gariplik hissetmiştin ya hani. Ne söyleyeceksen söyle, kıvranma diye cesaretlendirmiştim. Kız da tek bir ağızdan, "Ali," demişti. "Ali, ben erkek arkadaşımla barıştım."


Sen de karşılık olarak, "Kendi mutluluğunun mevzubahis olduğunda ve seçenekler arasında ben de varsam beni değil, kendi mutluluğunu tercih et," gibi, o gün bu sözü olgunluğuna atfedip, söylediğinin kutsallığına inancın tam bir şekilde saçma sapan bir cümle kurmuştun. O gün acıdım sana. Acınasıydın çünkü.


Şimdi gelmişsin, yok efendim, bu niye bana hiçbir şey söylemeden hayatımdan çıktı, şu niye bana bunu söyledi, o niye beni yanına çağırmadı.


Küçükken de böyleydin. Küskünlüklerinle tanınırdın. Neye kızdığını, kime kırıldığını unuturdun da kinini unutmazdın. Küs kaldığın, konuşmadığın günleri sayardın bir halt etmişçesine. 100 gün, 150 gün gibi geçen uzun süreli küskünlüklerinden sonra konuşmaya başlardın, hiçbir şey olmamış gibi. O zamanlar bunu yapma sebebin yalnız kalman değildi tabii. Çünkü çocukken zorbalığını daha kolay yapabiliyordun. Şimdi yapamıyorsun diye tüm bu hırçınlığın. Ya da sana yapılıyor diye mi bu zorbalık, bir düşün bakalım.


Adamın biri seninle aynı ortamda olmak istemiyor diye, seninle halı saha maçına gelmiyor diye, tüm arkadaşlarının onun isteğini kabul etmesini yediremiyorsun kendine. "Neden beni değil de onu tercih ettiler," diye çırpınıp duruyorsun. Ne yaparsan yap, olmayacak. Hiçbir rüşvetin bunun olmasını sağlamayacak. Çünkü bunun olabilmesi için ne yapman gerektiğini bilmiyorsun, öğrenemeyeceksin de.


Sen de zamanında onu tercih ediyordun, hatırlasana. Okuldan kaçıp internet kafeye gittiğin zamanlarda, “Yenişehir’de olmazsa gelmem,” diyen çocuğa hep birlikte biat etmiyor muydunuz? Hem de leş gibi mekan, kötü bilgisayarlar olmasına rağmen. Yıllarca bu böyle süregelmedi mi? Spora gidip “Vücut ölçülerimi vermem lazım,” dedi diye programlar ertelenmedi mi?


Kendine saygısı olan insanlara hep gıpta ile baktın. Hayır demeyi bilenlere, vurdumduymaz olup bencil olanlara... Sevilen insanlara, tercih edilenlere. İmrendiklerin bir yerden sonra kine dönüştü. Bitip tükenmek bilmeyen bir kine. Öfke kustun durdun.


Hata yaptığını kabul edip özür dileyenleri süründürdün; bir kez daha arasın, bir kez daha pişman olsun, bir kez daha hatalı olduğunu kabul etsin diye. İnsanların da bir sınırı var. Hiç kimse seni, normal bebeklerin 2 katı olan ağırlığınla 9 ay karnında taşıyan annen değil ki. Hem onun bile nazınla oynamadığı zamanlar olmuştu. Bunu hiçbir zaman aklına getirmedin. Varsa yoksa doğru bildiğin saçmalıkların. Olgun falan değilsin. Yaşın 26 ama hâlâ öğrenemediğin hislerin var, baş etmeyi bilmediğin durumlar...


İnsanların kendilerine özgü bir hayatlarının olduğunu, iradelerinin sonucu bir yol ayrımında farklı seçenekleri tercih etmelerini kabul edemedin. Bunun için de kafanın içinde sonsuz bir döngüyle dönen söylemler uydurdun: Yok o savcıydı, doktordu, ben değildim; yok onun statüsü, parası vardı, benim yok diye diye hâlâ söyleniyorsun. Tüm çalışma motivasyonunu, para kazanma hırsının dayanağını buna yapmışsın.


Sırf başlayıp bitirebildiğin bir hikayen olsun diye bu kadar çabalamana gerek var mıydı? Bıkmadın mı ardında kalmış yarım hikayeleri taşımaktan? Bizzat sen, yarım kalmış bir niyet değil misin?


Evet, öyleyim. Narsist, değersiz, tercih edilmeyen, sevilmeyen, kinli ve kibirli, yarım kalmış bir niyet ve dahası... Kabul. Kaybettim.


Ne yapayım şimdi?


Takdir görmek, görebilmek için değil de içtenlikle yaptığım her davranışın yüreklerde bir karşılığı olduğuna, olacağına inandım. Birisi, birileri buna şahitlik eder de belki hak verir diye bilinçsizce bekledim durdum. Olmadı, birisi beni sevsin diye çırpınıp durduğum çabalarım yanıtsız kaldı. Platonik bir kısır döngü içerisine hapsoldum. Şimdi anlıyorum ki karşılık beklemek bu dünyanın cehennemiymiş ve ben de ateşten bir gömlek giymişim.


Şimdi derin yanıklarımla yaşamaya devam ediyor, gelecek kaygımla kendimi yıpratıyorum.

Zira insan, tüm bu yaşadıklarından sonra karanlık geleceğini düşünmeye başladığında, yaşamakta olduğu an cennetini terk edip anksiyete dünyasına adım atıyor; üzerine kaygının gri tonu çöküyor, hırs dürtüsü oluşuyor, bundan sonra onun mülkiyeti başlayıp, düşünceden yoksun keyifsiz bir hayatiyete sahip oluyor.


Velhasılıkelam. Vicdanım benim kıblemdi, ben de onu kaybettim.



 


Bu yazının tamamlanmasının ardından geçen 6. günün gün batımındayım. Kuzguncuk sahilinde, Üryanizade Camii'nin bahçesinde boğaz havasını soluyor, bir yanda da çevrede var olan insanları, vapurları, yalıları izliyorum.


Yazıyı ilk kez okudum. İçimdeki talepkâr sesin susması için yazmam gerektiğini bir kez daha anladım.


Şunu söylemeliyim ki seneler boyu taşıdığın o ağırlığa dışarıdan bakınca insan gerçekten hayret ediyor. Neden ve nasıl bu kadar düşebiliyorum bilmiyorum. Beni bu kuyuya iten, üzerimde tepinen, tanımlanan bir acının varlığına inanmıyorum. Hayatı, yaşanması mümkün kılmadığım zamanları ve o hâlde geçirdiğim süreden de memnun değilim. Bir süre beklentisiz yaşamın mümkünatı konusunda okuyup üzerine düşüneceğim.


Yazdıklarıma dönecek olursam, buna cevabı ben değil; beni bugüne kadar koruyan, sırtımı sıvazlayıp teselli eden, başımı okşayıp dizine yatıran, elimden tutup ayağa kaldıran erdemli sesim versin istiyorum.


Erdemli iç ses,


Talepkâr sesin söylemlerini, sitemlerini hastalık zamanında vücudun rahatlamak için istiğfar etmesine benzetiyorum. Sen de diğerleri gibi kırılabilen, hissedebilen; ancak diğerlerinden farklı olarak hassas bir yüreğe, duygusal karaktere sahip bir insansın. Narin olduğun kadar da dayanıklısın. Hislerini doruklarda yaşaman nedeniyle gelgitlerin bir hayli karmaşık, güç ve sarsıcı olabiliyor.


Seninle doğduğun günden beri tanışıyoruz, talepkâr sesinle olduğu gibi. Senin bizi fark etmen ise ergenliğe girmenle beraber oldu. Yani diyeceğim o ki, sen hatırlamasan da ben senin hakkında her şeyi hatırlıyorum. Düşüp dizinin kanadığı ilk anı da, elmacık kemiğine yediğin ilk yumruğu da, dudağın patladığı anda ağzına dolan kanın, burnuna kafa yediğin an boğazından akan kanın ilk tadını da biliyorum. Bu yaşa gelene kadar arkadaşlarını, tanıdıklarını, ilişkilerini barındıran sosyal bir hayatın oldu. Bunların her birini sen inşa ettin.


Dertlerin, sorunların, acıların ve çaresizliklerin oldu. Herkes gibi, her insan gibi senin de sana ait bir yaşamın, yaşanmışlıkların ve tüm bunların sonucunda tecrübelerin oldu.


Hayat dediğimiz şey zaten aynı hikayenin farklı kişilerce yaşandığı, farklı zamanlarda ki suretleri değil mi? Bunun farkında olduğun sürece yaşam daha da anlamlı gelecek. Çünkü herkesin yaptıkları için bir nedenleri, suçlayacakları günah keçileri ve sayısız “ama”ları var.


Ve unutma ki vicdanın olduğu sürece kıblen şaşmayacak.


Sana bugüne kadar eşlik ettim, bugünden sonra da edeceğim. Şunu bilmeni isterim ki:


Gelecekte seni en çok sevindirecek yürüyüş yolunu henüz görmedin, evinin en neşeli kahvaltısını henüz hazırlamadın, hayatının en turuncu akşamüstü güneşini seyretmedin. Yaşam senin için henüz istediğin anda konforlu olmayabilir. Buna sitem etmek, bu durumla savaşmak yerine buna sevinmelisin.


Şimdi “Ne yapayım?” sorunun cevabı tam da burada.


Gelecekte olması muhtemel mutluluklarının merakı içinde, bunları bulabilmek gayreti ve bahanesiyle gezin ve an cennetinde yaşa. Yaşamak umurunda senin, çünkü sen buna değersin.

82 görüntüleme1 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

1 comentario


memindemirtr
memindemirtr
23 sept

Her gecen gun daha güzelleşiyorsun , yazdıkların da aynı şekilde

Me gusta
bottom of page