Merhaba içimdeki çığlığı merak edip bunları okuyan zat, bu yazı üst kısımda bulunan Beethoven Silence fon müziği eşliğinde yazıldı eğer hissettiklerimi sen de yaşamak istiyorsan, müzik eşliğinde okumanı öneririm keyifli okumalar..
"Başkalarının aşkıyla başlıyor hayatımız: yaprakla yağmurun aşkı meselâ.."
Yağmurlu bir İstanbul gününde, nasıl bir ruh halinde yaptığımı hatırlamadığım işlerin tecellileriyle, salonda, halının üstünde yarı baygın bir şekilde uyandım bugün. Yan komşunun tuvalette yaptığı sigara cefasından (!) bile rahatsız olacak kadar takıntılı birisi için evin salonunda ateş yakmak çok da aklı selim birinin yapabileceği bir iş değildi zira.. Ama tecrübeliydim, çocukken evimizin bodrumunda yaktığımız ateşin bedelini, algida şemsiyesinin tenimle buluşmasının verdiği haz eşliğinde morarmasıyla ödemiştim. Peki ya şimdi? Hangi bedeli ödemem gerekiyor. Duvarlarına çivi çakmaya korktuğumuz evin salonunda, takıntılı geçmişimden kurtulmamın bedeli ne olacak acaba?
Tüm pencereleri açıp içerideki kokunun bir an önce dışarı çıkması için çabalıyorken, dün elimde parçalanan bardağın halen daha canımı yaktığını fark ediyorum. Dün yaşadığım öfke patlaması, içerinin iyice soğumasıyla birlikte, vücudumun verdiği titreme tepkisiyle son buluyor. Mektup, fotoğraf, kağıt küllerini bir kutunun içerisine koyup etrafı toparlamaya çalışıyorum. Camları kapatma vaktinin geldiğine karar kılınca, yağmurun cam güzeli çiçeklerimle buluştuğunu görüyorum. Yazının girişinde bulunan, İsmet Özel'in dizesi geliyor aklıma, derince bir nefes alıp kendimi mutlu etmenin yegane kaynağı olan kalemin başında buluyorum kendimi. Dün yazdığım karamsarlığın üzerine bir çizik çekip, yarım bıraktığım yazılara yöneliyorum. Başkasının aşkıyla başlıyorum bu kez yazmaya.
Hani küçükken yemekten kaçındığınız ama sonrasında müptelası olduğunuz şeyler gibi bir şey geliyor başıma.
Bir zamanlar çalıştığım ofiste, gittiğim ilk günden beri yüksek sesle dinlemeye maruz bırakıldığım klasik müzik aşkı, beni ondan tiksindirme derecesine kadar getirdiğini anımsıyorum. Bu sürecin o kadar uzun olduğunu ve alışkanlık haline geldiği önemsememeye başladığımı bile fark etmeyişim, yüzümü güldürüyor. Hatta dahası da var. İşlerin yoğun olduğu dönemlerde sabaha karşı kapattığımız ofisin bir de araba yolculukları kısmında bize eşlik eden klasik müzik.
Hocam: artık yeter ne olur, içim dışım Mozart oldu, Beethoven kulakları bile kendini bu kadar dinleyecek kadar işitmedi, dercesine değiştirdiğim radyo kanalları:
"Benim arabamda, hep radyo3 açıktır Ali!" tepkisiyle son buluyordu.
Ali abinin klasik müzik aşkının kaynağını, artık daha iyi anlayabiliyordum. Yine bir gün saatin şafağı kovaladığı saatlerde, hocam beni eve bırakırken sahilden gitmeyi tercih etmiş, İstanbul'u gezdiriyordu adeta. Sessizliğe bürünmüş şehrin sokaklarında, sessizlikle ilerlerken: "Hocam, ben ilk kez sizinle tanıdım biliyor musunuz: klasik müzikmiş, Rodrigo'ymuş, cazmış diyerek muhabbeti başlattım. Şaşkınlık içerisinde biraz daha direksiyon salladıktan sonra şu soruyla dahil oldu hoca: "Sen ne dinliyorsun peki, bu kadar zaman geçti birlikte hiç bilmiyorum?
Ben kendimi bildim bileli, babamın dükkanında çalıştım hocam. 12 yaşımda, kendi kilomda çamaşır makinesi taşıyordum sırtımda. Ee hal böyle olunca, arabeskle büyüdüm diyebilirim. Müzik kulağım yoktur, nota bilmem, ritim tutturamam ama tüm arabesk şarkılarını bilirim.
Olmaz Ali, olmaz. İster sağcı ol, ister solcu ister muhafazakar ol, ister liberal ne olursan ol entelektüel olman lazım senin.
Hocanın, benim dünya görüşümü nasıl geliştirdiğini bu yazıyı yazarken açtığım müziğin Beethoven olmasından anlıyorum. Ne sağcı olabildim ne solcu, entelektüellikte sadece bulmacaların çengel kısmında çıkan bir kelime benim için. Bazen gerçekten insan olabildim mi diye düşünmüyor değilim, iyi bir insan..
Yarım bıraktığım yazılara göz atıyorum ilk önce,
"Aslında her şey bir yaz tatilinde, online bir oyuna başlayan bir adamın sonrasında bir kıza tutulma hikayesiydi biz sadece figüranlık ettik hepsi bu, Şuayp Benkli’nin hikayesi keyifli okumalar.."
başlıklı yazı karşılıyor beni. Kahraman, Şuayp. Hani şu başım dara ne zaman düşse soluğu onda almak istediğim ama her zaman sırtını çeviren, vefasızlık kavramının gözümdeki sarsılmaz yerinin tek sahibi olan kişi. Dün yaşananlar aklıma geliyor, tutacak bir dal aramak için muhtaç olduğum bir sesi, bir nefesi bile benden çok gören insanlar, arkadaşlarım, Şuayp geliyor aklıma.. Üstünü çizdiğim yazıya bakıyorum, affedilmeye bile değmezsiniz..
Sayfayı çevirince, yaşarken yorucu ama yazarken ki halinin heyecanını hissederek doruklarda yaşadığım anların var olduğu bir karalamayla karşılıyorum bu kez. Dünü yaşayıp, bugünü anlatıp, bir güne devam ediyorum şimdi, zaman kavramı biraz karışmış olabilir, beni maruz gör, uzun zamandır yalnız yaşıyorum ve senin okumandan önce düzeltmesi için okuyacağım hiç kimsem yok,
Sen, her kimsen, var olduğuna bile inancım yok biliyor musun?. Adı sosyal olan tüm hesaplarımı kapattım, kim bilir ne zaman keşfedeceksin bu yazılanları. İçimden geldikçe burada yazmaya devam edeceğim haberin olsun, tekrar karşılaşmak dileğiyle..
Ali'nin bir günü
Ali'yi herkes farklı tanır, kendine sorsak bulunmaz hint kumaşı olduğunu söyler ama işin doğrusu pek de iç açıcı değildir. Çünkü zalimliğiyle nam yapmıştır Ali. Öfkelidir, kabadır, heybetlidir sizin anlayacağınız sokak kavgalarında, vay koyduğumun ayısıdır.
Ayakları yere sağlam basar Ali’nin basar basmasına ama sebebi özgüveni değil, her geçen gün büyüttüğü göbeğidir. 22 yaşındadır, işsizdir ama ümitsiz değildir. Çok düşünür Ali, her şeyi düşünür, her detayı, her ihtimali, her zerreyi.. Bu yüzden uyku nedir bilmez, gözlerinin altındaki morluklar da buna şahididir Ali’nin.
Velhasıl Ali babasının evinden, ne iş olursa olsun yaparım diyerek İstanbul’a gelir. Geldiği gün hastalık tedbirleri o kadar fazla alınmıştır ki şöyle rahatça boğazın karşısına geçip: "Seni kim yenmiş ki ben yeneyim koca şehir.." bile diyemez Ali.
Zaman su gibi akıp giderken hiçbir şeyi değiştirememiştir Ali. Düşündükçe delirir, delirdikçe kendine eziyet eder Ali. Ümidi kalmamıştır artık, başlayamadığı savaşı mağlubiyetle sonuçlanır. Yine bir gece delirirken isyan eder Ali, yaşantısına, hayata, düşüncesinde kaybolduğu her şeye. Başını yukarı kaldırmaz Ali, münacatın yürekte olacağını bilir çünkü boynunu büker, benim artık gücüm kalmadı der akıtmaya korktuğu gözyaşlarıyla ellerini ıslatır, bu yaşa erdirdin beni al artık gençken canımı diye seslenir içinden en gizli mahreminden..
Gece 3 ten önce yatağa gitmez olmuştur Ali, hani şu çocukluk hayalini gerçekleştirdiği, çift kişilik yatağından bahsediyorum. Ev arkadaşı Kadir, İstanbul'a gelmeyince yatağına çökmüştür Ali. Çok sevdiği çiçekleri hemen yanı başındadır. Her güne, onları öpmekle başlar güne Ali, sevmeyi özlemiştir belki de en çok özlediği şey budur Ali'nin..
Sonunda bir kapı açılır Ali’ye, rızıklandırılmıştır nasibi gelmiş bulmuştur sonunda onu. Yürü ya kulum dediğini işitmese de yaratıcının, duasına icabet ettiğini hisseder Ali.
İş bellidir para kazanmak, helal dairesinde her şey mubahtır artık onun için. Yollara düşer Ali. Bir paketi kargoya vermektir görevi, kuryeci olmuştur yani. Gideceği yerin nerede olduğunu duyunca şehrin bir ucu olduğunu tahmin etmiştir Ali, nasıl gideceğine bakınırken evinin önündeki yeni açılan metronun duraklarından birisi olduğunu öğrenince de ilk önce Allaha şükreder sonra Ekrem başkana sonra da narsistliğini konuşturarak, tuttuğu evin metroya yakın olduğu için kendine pay biçer Ali.
Bunun için miydi lan tüm zahmet diye içindeki ses bağırsa da dinlemez onu Ali, çünkü bu güne kadar hiç güzel şeyler söylememiştir Ali'ye. İsyan etmeyi bırakmış, şükürle hemhal olmuştur Ali. Metronun her durağın kazanacağı parayı düşünür.
Ali değildir aslında Ali, bilir
İsmine bile sahip olamamıştır, herkes farklı söylenir ona.
"Ne annesinin,
Ne arkadaşlarının
Ne de kadınların,
En sevdiğidir..
Esasen kimsenin hiçbir şeyi değildir,
varlığı, bir karıncanın varlığı kadar tesirsizdir ve yokluğu
hiçbir şey değiştirmeyecek kadar önemsiz
Sayıların başına konan sıfır gibidir Ali, bilir"
En çok bunu bilir, bunu düşünür Ali. (Ali Lidar, İsmail'in Kendi Kendine Delirmişliğine Dair Hikayat)
İstemese de kötü gün dostudur Ali, düşmeden önce el uzatır herkese, düşenin el uzatmasını beklemeden kaldırmak için sarılır ona dört elle. Dün yaktığı kağıtların birinde şöyle söylenilir Ali'ye.
"Seni sen yapan şeylerden asla vazgeçme, yarın öbür gün herkes gittiğinde elinde kalan olacak hiçbir şey beklemeden yaptığın iyilikler, düşündüğün inceliklerdir"
Yarın öbür gün olmuş söyleyen dahi gitmiştir, Ali'nin elinde kalemi yazmaya devam eder, yaşamaya devam eder, çoğu kimse sevmez belki Ali'yi ama sevdiklerini hep mutlu eder Ali iyi bir insan olduğuna inanmaz ama iyilikle yoğrulmuştur hamuru, bilir Ali kötülük yapamayışından bilir..
Ben seni çok seviyorum Ali, yarın öbür günün gelmesini beklemeden seviyorum hem de. Aynada bana bakmıyorsun ama yine de seviyorum. Yüzünü gördüğümde sana ne kadar kızsam da unutuyorum her şeyi sevgin ağır basıyor, ben kendinden mahrum etme olur mu?
Comments