top of page
Yazarın fotoğrafıAli Tavlaşoğlu

Kaçak


Merhaba içimdeki çığlığı merak edip bunları okuyan zat, bu yazı üst kısımda bulunan Remembrance fon müziği eşliğinde yazıldı eğer hissettiklerimi sen de yaşamak istiyorsan, müzik eşliğinde okumanı öneririm keyifli okumalar..

Boynumun ağrısı vücudumun her yerine sirayet etmiş. Yürürken acı çekiyorum. Eve bir ulaşsam diyorum, hiçbir şey yapmadan yatağımda soluklanacağım. Tam o sırada aklıma yarın ablamların geleceği geliyor.


İçimdeki tüm öfkeyle, ocağın başında buluyorum kendimi. Eve gelen temizlikçi ablanın önerisiyle yeni bir deterjan deniyorum bu kez. Daha doğrusu, parmağı makineli bir tüfeğin tetiğinde olan; ezeli düşmanını görmüş bir asker gibiyim. Deterjanın kokusu, soluğumu kesene dek sıkıyorum ocağın üzerine. Ne kadar hiddetli olursam olayım, bir işe yaramayacağını anlıyor, kaçıyorum.


Buzdolabın kapağını öylesine, alelade bir şekilde açıp daha içine bakmadan hem de:

"Kadir ya, dışarıdan bir şeyler söylesene, çok yorgunum.." diyerek kapatıyorum. Yemek yapmaktan kaçıyorum.


Öfkem henüz dinmemiş, kendimle kavga ediyorum. Tek derdim kendim olmuşum. Elimden gelse, bir kaşık suda boğacağım öyle bir nefret benimki.


Bugün olup biteni Kadir'e anlatıyorum. Sonra bir aydınlanma geliyor bana..


Kadir diyorum, biliyor musun benim hayatımdaki bütün tercihlerim kaçmakla olmuş. Kaçarak yaşamışım ben, kaçarak sevmişim, kaçarak dövüşmüşüm, aklına gelebilecek her şeyi kaçarak yapmışım. İlki ne zamandı, nasıl olmuştu hatırlamıyorum ama şimdi aklıma gelen orta okul yıllarımdan bir anı.


Bir sınav var, bursluluk sınavı. Sabah ona girmek için evden çıkmışım. Dükkanda oturmuş sınav saatinin gelmesini bekliyorum. O sırada babam da gelmiş dükkana. Ayakkabım yırtık mı yırtılmaya yüz mü tutmuş ne tam hatırlayamıyorum. Haydi, sana ayakkabı almaya gidelim diyor. Caddede Ökkeş Usta'nın yerinde, adidas var o zamanlar. Klasik seriden bir adidas çekiyorum altıma, gıpgıcır böyle. Aldığım son adidas ayakkabı oydu heralde. Neyse deşmeyeyim yaramızı.


İçimde, bir huzursuzluk var ama. Vicdanım gözlerimi saatle buluşturmak için zorlasa da sınavdan kaçma ihtimali pus indiriyor baktığım her yere. Başlama saatini geçtiğini fark ettiğim an, pirüpak oluyor her yer. Ardından çok geçmeden babamın telefonu çalıyor. Araya rehberlik hocam, neden sınava girmediğimi soruyor.


Babam, canım babam ömrünü çocuklarının uğruna heba eden dağ gibi babam heybetini gösteriyor işte o zaman. Volkswagen Bora'nın son kasalarından olan arabamızın için tek taraflı bir sohbet gerçekleşiyor.


Çocukluğumda birkaç kez dayağını yemiş, azarını işitmiş, başkalarını azarlarken nasıl olduğunu görmüş olduğumdan keşke bu sözleri duymak yerine dayağını yeseydim diyorum içimden. Yani kolay olanı tercih ediyorum her zaman ki gibi ama hayat benim tercihlerimi çok da umursamıyor. Sesler çığlık olup yankılanıyor kulaklarımda. Üstünden yıllar geçiyor, her çığlıkta yer ediniyor o anlar..


Velhasıl baş koyuyorum yastığa. Kendiyle baş başa geçirdiği vakitleri mutlulukla paylaşan o kız geliyor aklıma, ismi Eda. Twitterda sayfama düşüp yazdığı çoğu şeyde kendimi gördüğüm için şaşkınlığımı gizleyemediğim bir profilin sahibi. Tüm twitlerini okuyorum Her biri ayrı bir ben kokuyor; kavgalar, suçlamalar, affedişler, pişmanlıklar..


Başlıyorum kendimle sohbete, yok yok münakaşaya.


Yarın hiçbir şey güzel olmayacak ama uyumak zorundasın. Çünkü yaşamaktan daha kolay en azından vicdanın, sadece rüyalarındaki anlık olaylarda gösterebiliyor kendini diyorum. Babamın sinirliyken davrandığı gibi davranıyorum kendime. Haklı olduğumu bildiğim için savunma hakkı vermiyorum. Konuşamayan yanımsa acının ızdırabıyla büzüşüyor, küçülüyor, un ufak oluyor.


Eğer namaz kılabilseydim, yani yüzüm olsaydı konuşmaya yaratıcıyla, anlamlı bir zamanda gözlerimi açtığımı söyleyebilirdim ama yok. 4:43 5:18 6:24 7:42. Kalk oğlum, kalk! Kaçacağın son nokta burasıdır, deyip ayaklanıyorum.


Evin önündeki o lanet yokuşu çıkarken, zihnim, ben uyurken sanki yürekten ettiğimim bir duanın eşref saatine denk gelmesi gibi durmadan çalışıp tüm tercihlerimi, kaçışlarımı alenen sergilemek suretiyle gözlerimin önüne getiriyor.


Bu aralar Aykut Erdoğan'la çok vakit geçiriyorum. Hele son videosu, Küçük İskender'in ölüm haberini aldığındaki an ve sonrasını anlatışı. Yeterince derdim yokmuş gibi derdiyle dertleniyorum.


Bir insan yazmazsa, ölecek duruma geliyorsa işte o zaman yazsın, diyor.


Şimdi ben unutmamak için yazıyorum. Yazıyorum ki haklı olduğumu yüzüme vurayım haksızlığımı yerin dibine sokup üstünde tepineyim. Öfkemle parçalayıp, Unutamayacağı çığlıklıklar ekliyeyim.


İlk okul 3. Sınıftayım. Belediyenin kayak takımında geleceği parlak olan çocuklardan biriymişim, öyle söylüyorlar. Ama gariban bir kulüp bizimki: kayaklar eski, çalışmak için kapı (kayak yarışlarında kullanılar yaylı çubuk) yok. İBB'nin hediye ettiği 50 yıllık otobüslerle dağa gidiyoruz. Gondol çalışmayınca, ki mütemadiyen çalışmayı tercih ederdi. Yukarıya çıkaramıyordu bizi yorgun emektar. İşte o zaman iş başa düşüyordu. Ellerimizde kayaklar, tırmanıyorduk dağa. Bir gün hoca, yarın kapı ayarlayacağını söyleyip bizi heyecanlandırdı. İlk olacak sonuçta ama ben korkuyorum, ayağım ağrıyor bahanesiyle gitmiyorum ertesi gün, kaçıyorum.


O gün milli takım seçmeleri olucakmış meğer gitmediğim için seçmelere giremiyorum. Aradan biraz zaman geçiyor, bu kez kayaklı atlama milli takımının seçmeleri var. Yaşımızdan ötürü 3 kişi katılıyoruz. Bizden 2 kişi alacaklarını öğrenince, diğerleri gitsin diyorum ben gitmesem de olur. Babam bu söylemimi duyunca derinden bi hasbünallah çekip olaya müdahale ediyor. Üçümüz de giriyoruz takıma. 4 kez kampa gidiyorum yurtdışına. 12 yaşımdayım henüz. Her kamp için 500 euro harçlık alıyoruz. Hayat bize güzelmiş dediğim zamanlardan. Her kamp sonunda bir büyük rampaya geçiyoruz. 4. Kampın sonunda artık 60 metreye çıkacağımı bildiğimden korkuyorum. Gitmek istemiyorum artık. Okul da başlayınca, makul bir tercih oluyor milli takımı bırakmak en azından o zamanlar bizim için öyle görünüyor. Hayatımın en yanlış tercihi, kaçışlarımın en aptalcasıymış bu diye ekliyorum buraya.


Orta okuldayım bu kez 6. Sınıf sbs 486 gelmiş, İstanbul Erkek Lisesi mi olsun yoksa Kabataş mı diye bakıyorum ara sıra. Sınava 2 ay kala ayağımı kırıyorum. Okula gidip gelmek zor olduğu için evden çalışmayı tercih ediyorum. Ne çalışması, eşşekler gibi yatıyorum. Kaçıyorum çalışmaktan. Sonuç hüsran.


Lisenin başlarında matematik hocasının ayrımcılıklı anlayışını görmek yerine kahvehanede kahvaltı yapmayı, fizik dersini dinlemek yerine tribün marşı ezberlemeyi tercih ediyorum. Yani anlayacağınız kaçabildiğim yere kadar sürüklüyorum hayatımı. Lise matematiğim hep kötü oluyor bu sebeple, fizik desen ben anlatmaktan usandım artık. Üniversite sınavı yaklaşınca, bakıyorum mimarlıkta matematik yok, fizik yok mimar olucam diyorum ben. İyi bir üniversite gelmiyor tabi, sınava tekrar hazırlanmak yerine kaçmayı tercih ediyorum. Özel bir okulda, hayatımı perişan ediyorum.


Üniversitenin ilk yıllarıda, hoşlandığım bir kız var, ilk göz ağrım. Birkaç yıl güzel bir ilişki yaşıyoruz. Sonra ayrılıyor benden. Sebebini öğrenmek için çırpınıyormuş gibi yapıyorum bir yandan da vereceği cevabın altında ezilmek kaçıyorum. Yüzleşmediğim için kendimi heder ettiğim 2 yıl geçiyor. Zihnimde sebebini, şizofreni teşhisi olması muhtemel bir hayal örgüsü tamamladıktan sonra doğum günümde bir şeyler yazıyorum. Hep böyle oluyor ya, yılbaşlarında ya da doğum günlerimde geçmişimi arkama bırakıp kaçarım ben. Haberi oluyor, acıyor halime, ardından mesajlaşarak konuşma isteği. Bir kez olsun telefonda konuşalım diyorum, çok görüyor. Velhasıl söylemiyor, geçiştiriyor. Kendime acı çektirmekten kaçmama sebep oluyor.


Birkaç ay sonra yine aynı karın ağrısı. Yıllardır kaçtığımı zannediyorum ama bir bakıyorum yine aynı yerdeyim. Kısır bir döngü içinde debelenip duruyorum. Bu kez kaçmak yerine yüzleşmeyi tercih ediyorum. Yıllar sonra ilk kez gerçekten görüşüyoruz. Gerçekten diyorum çünkü kendisini, yıllardır bazen tebessümle uyandığım rüyalarımda, bazen de soğuk terler içersinde uyandığım kabuslarımda görüyorum.


-Bir sebep diyorum?

-Hayat seyrinde normal şeyler, diyor.


Sevmekten kaçıyorum bu kez, başta kendim olmak üzere herkesten.


Güneşli günlerdense yağmurlarda ıslanmayı;

Yüzüme güleç bir tebessüm koydurmaktansa, çatık kaşları

Geceleri uyumaktansa, acı çekmeyi

İçimde iyiye olan her neyin inancı kaldıysa, reddetmeyi ve alası yaşamaktansa ölmeyi tercih ediyorum.


Yazmazsam ölürüm deyip daha biraz önce yaptığım tercihlerden kaçıyorum. Yaşayayım sonra da dibine kadar yazayım diyorum, inadına yazayım.


Bazen düşünüyorum da hatta hep düşünüyorum ben, öyleki bir gün delirmişcesine gözlerimi açana dek belki de..


Her şey bambaşka olsaydı, yine böyle olur muydum? Sevilebilir miydim koşulsuz hem de kendime rağmen?



Ağlamaklı oluyorum şimdi, gaddarlığın lüzumu yok deyip yaşamaya devam ediyorum.


Ben de böyleyim işte; mutsuz, öfkeli, pişman.


"Esasen kimsenin hiçbir şeyi değildir,

Varlığı, bir karıncanın varlığı kadar tesirsizdir ve yokluğu

Hiçbir şey değiştirmeyecek kadar önemsiz..

Sayıların başına konan sıfır gibidir Ali, bilir"



 

Paylaşılmayacak kadar şahsi, anlatmayacak kadar özel, konuşulmayacak kadar içten benim için bu yazdıklarım. Gözyaşlarımın ev sahipliği, gururumun incinmişliği var bu mabette.




22. Yaşıma veda yazımda, ettiğim sitemin:


"Ali yine harika yazmışsın" isyan ettiği zamanlarda "Her geçen gün daha güzelini yazıyorsun" tarzında yorumlar alıyordu. Neden kimse nasılsın diye sormuyordu? İnsanlar neden bu kadar acımasız ve duygusuzdu?


bekleyişi geçen bir yılın ardından bugün sona erdi.


Bir gün birisi bu yazdıklarımı okur da "nasıl olduğumu" merak ederse şayet üzerine uzun uzadıya düşüneceğim diye kendime söz vermiştim. Zihnimdem bunlar döküldü kalemimden bunları yazdı. Umarım cevaplayabilmişimdir.


Melik kardeşime teşekkürler..



177 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comentários


bottom of page