top of page
Yazarın fotoğrafıAli Tavlaşoğlu

İnsan, nisyandan alındığı için nisyana müpteladır

Güncelleme tarihi: 6 Nis 2022


Merhaba içimdeki çığlığı merak edip bunları okuyan zat, bu yazı üst kısımda bulunan Gemide filminin fon müziği eşliğinde yazıldı eğer hissettiklerimi sen de yaşamak istiyorsan, müzik eşliğinde okumanı öneririm keyifli okumalar..


İnsan hafızası, kalpte karşılığı olan izleri hatırlamakta eğilimdedir diyor okuduğum son kitabın 83. sayfasında. Aslında bakarsanız birçok kişi dizi kitap bir şeyler söylüyor unutmakla ilgili.


Mesela Behzat Komiserin kızı Şule:


Unutmak kelimesinin, undan çıktığını söylüyor. Birini unutmak için unufak etmekten bahsediyor.


Agah Beyoğlu:


"Unutmak, insana verilen en büyük hediyedir." diyor.


Ahlat Ağacı filminin son sahnesinde :


"Neler yaşadım, ne insanlar tanıdım. çoğunu unutmuş olsam da, unutuşun bile bir cazibesi var bence." diye bir replik var.



Herkesin bir şey söylediği bir ortamda ben de unuttuğum bir şeyleri yazma cüreti gösteriyorum şimdi ve bu da bir gün hatırlanmak üzere unutulacak..


İnsan, unutmakla şereflenmiş bir varlık. Hatıralar, günahların kefareti. İyi bir hafıza ise cehennemliklerin elleriyle kendi ateşine taşıdığı odun parçaları..


-------------------------------------------------------------------------------------



"Allah'ım, verdiğin tüm nimetlere şükürler olsun. Biliyorum, zamanında şükredemedim ama acizim. Sen bize yardım et ki sağlımıza kavuşalım. Bir gün bile isyan etmeyeceğim, vereceğin dert ne olursa olsun yüzümden düşmeyecek tebessüm.."



Annemin 7 büyük günah kadar önemsediği bir günahla, perdeyi ardına kadar açık bırakarak uyandığım bir sabahtı. Baharın gelişini ayağımla pencerenin kolunu çevirerek karşıladım. Bu sabah neye sinirlenip şikayet etsem diye düşünmeye fırsat vermeyen, boyun ağrılarıma iyi gelmesi için aldığım fakat her gece en az bir defa olmak suretiyle beni uyandırarak rahatsız eden ortopedik yastığımı duvara fırlatarak bir nebzede olsa uykusuzluğumun hıncını almaya çalıştım. Artık çift kişilik yatağımda tek kişilik düşüncelerimle kendimi meşgul edebilirdim ve ben de öyle yaptım.


Her gece normal bir yastık almaya niyet edip bunu neden yapmıyorsun diye kendime söylendim. Derin bir iç çekip ofladım sonra. Duvardaki anlamsız bir lekeye bakarak hiçbir şey yapmadan vakit geçirmeye niyetlenmiştim ki çok geçmeden yanı başımdan ayırmadığım telefonumun titremesiyle irkildim. Telefonda sesini duyar duymaz beddua etmeye başladığım kadın, overlok makinesinin ayağımıza gelmesini ezberlediğimiz gibi aklımıza neşterle kazıdığımız repliği söylemeye başladı:


"Müjde, türk telekom altyapısına geçen kullancı.."


Allahın belaları, nereden de mussallat oldularsa engelle engelle bitmiyor diyerek gergin başladığım günü sinir kat sayıları artmış bir şekilde devam ettirdim. Saate baktığımda dokuzu geçtiğini fark ettim. Eskisi gibi erken kalkamamanın verdiği hüzün omuzlarıma yüklendi. Bu yükle öğlene kadar yatakta debelenebilirdim ama 1 saat sonra Mecidiyeköy'de olmam zorundalığı üzerimdeki eşek ölüsü yün yorganı tek bir hamlede bedenimden ayırmaya yetti. Rastgele bir kıyafet seçip giyindikten sonra bilgisayarımı almak için salona geçtim. Daha kapıdan içeriye adım atmadan inandığı dava uğrunda ölmeye yemin etmiş bir devrimci gibi bağıran bilgisayarımın fan sesi dün gece kendisini kapatmadımı haykırıyordu adeta. Çırpınışına kulak asmadan hayatımdaki en büyük bağlılıklarımdan biri olan markus sandalyeme oturdum. Onunla her buluşmam bana ilk günkü heyacanı verdiği için bir anda huzurla doldum ta ki içerisinde Erzurum plakasını geçirmesem, bütün mahremim bir anda ulu orta gözükecekmiş gibi inandığım parolamı girmemi isteyen bilgisayar ekranını görünceye dek.


Lan gün geliyor koynuma alıp yatıyorum halen daha parola var şunu bir kaldır bıktım diye kendi kendimle konuşurken. Bir yandan da masamın üstünde duran, en iyisini bulmak günlerce uğraşıp çuvalla paralar saçtığım ajandam yerine dijital ajandamı çoktan açmıştım. Tarih zifiri karanlıkta gözümü alan parlak bir dolunay gibi belirdi önümde.


4 Nisan


Kimin doğum günüydü lan bugün? Dur bi telefona bakalım, allah allah yazmıyor bir şey. Aman neyse ne boşversene diyip yaşam enerjim çokmuş gibi bir de iliklerime kadar sömürülmesine sağlayan maskelerden birini almak için kitaplığa yöneldim. Kutudan aldığım maskenin sonuncusu olduğunu anladığımda, yine mi bittin ya! Ne bereketsiz bir şeysin sen. Bi kurtulsak da senden, rahatlasak diye hayatımızın 2 yılında varlığını ne olursa olsun idame ettiren nesneye bağırdım. Çantamı topladım artık gitmek için hazırdım. Dışarı çıktığımda güneşi ne kadar özlediğimi fark ettim. Tam da içim yaşama sevinciyle dolacakken metroya binmek için yokuşu tırmanacağım aklıma geldi. Gerildim, neden gitmek zorundayım ki diye kendime sinirlendim aklım binbir türlü düşüncenin varlığıyla savaşa girdiği için henüz daha yokuşa başlamamışken yorulduğumu hissettim.


Kadirin, böyle zamanlarda içinde bulunduğum stresli halden kurtulmam için söylediklerini belirdi zihnimde.


Çok düşünme,

5 adım sonrasını planlamak zorunda değilsin

Akışına bırak,

Siktir et yav!


Derin bir nefes alıp soluklandım. Günlerdir ertelediğim podcasti dinlemek için kulaklıklarımı çıkardım ve internetimi açtım. İstemsiz bir şekilde twittera girip saçma sapan bir haber okumaya daldığımı hissettiğimde kendime söylenmelerimin şiddetinin arttığını fark ettim. Telefonu cebime koydum bir adım atmıştım ki bir bildirim sesi işittim. Kendime hakim olamayıp telefonu cebimden çıkardım. Bildirim, Iphone kullanırken yetersiz hafızadan dolayı kullanmaya mecbur olduğum google fotoğraflardan gelmişti.


4 nisan fotoğrafları bak!



Gördüğüm bu fotoğrafımın karşısında nutkum tutuldu. Yanımdaki duvara yaslanarak uzun uzadıya ekrana baktım. Unuttuğun her şeyi hatırladım, asla unutmayacağım diyip unuttum ne varsa birbir önüme geldi.


4 nisan birinin değil benim doğum günümmüş meğerse...


Yolu yarılamışken gitmekten vazgeçip eve gitmek için koştum. Ellerim titrediği için kapıyı açmakta zorluk çekse de ceketimi bir çırpıda yere fırlatmak için zorluk çekmedi. Günlüğümü çıkardım, baştan sona ne varsa hepsini okudum, okudum ki unuttuğum ne varsa tekrar o günleri yaşayabileyim.


Neden Beni Sevmedin diye başlayıp Allah'a ettiğim isyan karşısında utandım. Bunları yazdıktan sonraki gün İstanbul'a gelişim, çektiğim sıkıntılar, parasızlık, yalnız geçirdiğim 5 ay. İnsanların market poşetlerini yıkadığı, birbirlerinden kaçtığı, evlerimize kapandığımız o saçma sapan günler..


Fotoğrafları açıp tüm süreci bir zaman tünelindeymişim gibi gezinmeye başladım. Geçmişi anımsamak yüzüme kocaman bir tebessüm getirmişti.


İstanbul'da yalnız geçen tam 150 günlük maceramdan sonra eve dönmeye değil ziyarete gitmiştim. Kapıdan içeri girdiğimde babam sarılmak istese de yolculuk esnasında hastalık getirme olasılığına karşı reddedip uzaktan selamlaşmayı tercih etmiştim. Geldikten 2 gün sonra akşamleyin babamın tansiyonu çıkmış gözlerinin altı morarmaya başlamıştı. Onun bu durumuna dayanamayıp yanına gittim ve başını okşamaya başladım. Ertesi gün necatta kaldım. Sabaha karşı babamın korona olduğu haberini aldım. Apar topar eve gittim. Babam evde olduğu her gün gibi bahçemize inmiş sobayı yakmaya çalışıyordu. Yanına gittiğimde Herkes gibi hafif bir grip olarak geçirdiğini söyledi. Tansiyon hastası olduğu için ten rengi biraz soluklaşmıştı ama iyiydi hepsi bu.


Eve geldiğimde içmesi için getirilen ilaçları görüp hepsini mi babam mı içecek diye şaşırıp anneme sormuştum. Bir poşet dolusu hap aman Allahım, hayatım boyunca içtiğim tüm ilaçların 10 misli olacak kadar fazlaydı. Ama neyseki babam da benim gibi ilaç kullanma taraftarı değildi ve çoğusuna dokunmamıştı.


Erzurum'a dönmemim sebeplerinden birisi de kendimi ödüllendirmekti. Kaymak için kendime zaman ayırmıştım ancak günlerdir çıkan tipi yüzünden bir türlü dağa çıkamamıştım. Eğer pazar günü de böyle olursa nasipte yokmuş der evime dönerim diye kendimi avutmuştum. Neyseki pazar günü bulutsuz ve güneşli bir güne uyanmıştım ancak kendimi çok halsiz hissediyordum. Anneme, sanırım ben hasta oluyorum diye söyledim o da gitme kaymaya boşver başka zaman gidersin dese de dinlemedim.


Yılmaz dayıyı da alıp kaymak üzere yola koyulduk. Dayı, korananın ilk gününden beri kendi deli edenlerden biriydi. Çok zaruri olmadıkça evden dışarıya adımını dahi atmıyordu. Markete gitmesi için babasını zorluyor, cumalara gitmemek için yeterli sebeplerinin olduğunu savunuyordu. İlla dışarı çıkacak bir durum oluşunca da en az 2 maske takıp elleriyle bir yere temas etmesi sonucunda derisini tahriş edene kadar dezenfektanla yıkıyordu. Tüm bunlara rağmen ilk korana olanlardan biri de kendisi olmuştu. Günlerce ablasına ve kendisine hastalığı bulaştırdığı için babasını suçladı ama nafile iş işten geçmişti. Hastalığı atlattıktan sonra artık tüm bunları umursamaz diyorduk ki bütün bu davranışlarını alışkanlıklara dönüştürdüğüne şahit olduk.


Velhasıl dayı yine çift maskesini takmış bir şekilde arabaya binmişti. Evden çıktığımdan beri kısa kısa öksürmeye başlamıştım. Ortamda sesizlik olunca, babamın hastalandığını söyledim. Dayının yüzüne bakıp şakasına, heralde ben korona oldum diyince kendini benden uzaklaştıracağı son noktaya kadar çekip büyük bir korkuyla bana baktı. araba durur durmaz da arka koltuğa geçti. Kendisiyle uğraşmayı sevdiğim için gidene kadar muhabbet bu şekilde devam etti.




Hava çok güzeldi hemen kuzey pistine çıktık. Birkaç fotoğraf çekilip kaymaya başladık. Dayıya çocukken nerede yarıştığımızı göstermek için vadi pistine yöneldim. Güneş olabildiğine göz alıyordu. Dayıya dikkat etmesini söyleyip aylardır hayalini kurduğum anın heyacanını yaşamak için önemli bir yarıştaymış edasıyla hızlıca kaymaya başladım. Atladığım küçük bir tümseği fark edince pistin ezilmediğini anladım yavaşlamak için doğrudum ancak iş işten geçmişti. Bir kar yağma küresinin altında biriken kar rüzgarla tümsekleşmiş bende hızlı bir şekilde üzerinden atlamıştım. Ayağım yerden kesilince ömrüm film şeridi gibi gözümün önüne geldi ve sırt üstü yere düştüm ya da çakıldım desem daha doğru olur.


Sırtıma Aldığım darbeden ötürü ciğerlerimin ağzıma geldiğini hissettim vadinin dik yerinde düştüğüm için metrelerce sürüklenmiştim. Durduğumda nefes almakta zorluk çekiyordum. Etraftan gelen sesleri işitebiliyordum ama net olarak anlayamıyordum. Boynumun kırıldığından şüphelendim. Göz ucumla ellerimi hareket ettirebildiğimi görünce şükrettim. Dayı halen daha neden gelmemişti acaba diye merak ettim. Bir terslik olduğuna emindim ama henüz doğrulacak kadar kendimi toparlayamamıştım. Bir adam gelip maskemi çıkarınca rahtaladım. Benden önce de birkaç kişinin düştüğünü, yetkililere beni hastaneye götürmesi için haber verdiğini söyleyerek su şişesini ağzıma dayadı. Birkaç yudum alıp arkama baktığımda dayının da düştüğü gördüm. Batonlarını bize doğru sallayarak iyi olduğunu haber veriyordu.


Ayağı kalktım bir yerlerim ağrıyordu ama tam olarak ne olduğundan yana hiçbir fikrim yoktu. Yardım edenlere iyi olduğumu söyleyip aşağıya kadar kendimi zorlayarak indim. Kafeye girdim, üzerimi çıkarması için dayıya yardım etmesini söyledim. Ateşimin çıkması hiç hayra alamet değildi.


Annemin sözünü mü dinlemediğim için miydi yine bir kızın ahını mı aldık, hangi günahın bedeli bu diye düşünmeden edemiyorum şimdi.


Dayı bir yandan iyi değilsen hastaneye gidelim diyor bir yandan da günlük kart aldık hadi kayalım ikilemine sokuyordu beni. Ben de kaymayı tercih etti. Zevk almadan kendimi sıka sıka günü tamamladık. Şehre inerken yemek yemek için çocuklara haber vermesini söyledim. 5 6 kişi Kebapçı Oktay'da buluştuk. Dayı gördüğü herkese önce nasıl düştüğümü sonra da korona olabileceğimi anlatıyordu.

Yemekten sonra Hüseyin, şirketini ne zaman ıslatıyoruz diyince tatlıya gitme mecburiyetimiz doğdu. Masaya birkaç kişi daha eklendi. Dayı onlara da olanları tüm ciddiyetiyle anlattı. Masaya en son gelip yanıma oturan Çelik bunları dinledikten sonra

yarı şaka yarı tereddütle: "Koronaysan bizi niye çağırdın, 2 gün sonra sınavım var diye sitem etti."


Yav dayının kurguları işte. Babam hasta olduğu gün ben necatta kaldım diye geçiştirdim ama öyle bir ihtimal de yok değildi. Dağıldıktan sonra kendimi iyi hissetmediğimi söyleyip hastaneye gidelim mi teklifini dayı onayladı böylelikle araştırma yolunu tuttuk. Bir hayli sıra vardı. Yine dayıya sarmıştım.



-Ya koronaysam

+Yok yav ne koronası

-Koronaysam seni de karantinaya alırlar. İstersen sen git


Lafım bitmeden dayı evinin yolunu tutmuştu. (Onun bu tercihi sonrasında aylarca dilime dolandı şimdi de bu yazıya konu oldu). Her ihtimale karşı abime haber verdim. Sıra bana geldiğinde doktora düştüğümü, sırtımdan darbe aldığımı ve ateşim olduğunu söyledim, Muayene ettikten sonra kas ezilmesi diyip ilaç yazmaya başladı. Babamın korona olduğunu bununla alakalı olabilir mi diye sorguladım hayır yok diyip kestirip attı. Dışarı çıktım iyice halsizleşmiştim. Abimin beni alması için aradım. Ne olur 0lmaz diyip şehir hastanesine gidip test verdim. Eve vardığımızda öksürük şiddetim ve ateşim iyice artmıştı. Biraz dinlensem geçer diye umut ediyordum ki annem, babamın fenalaştığını söyledi.


Evde babamı hastaneye götürecek yalnızca ben vardım. Kendi başına gitmesine de müsade etmediğim için tekrar hastaneye yollarına düştük. Babamdan birkaç tahlil alıp serum bağladılar. Doktor beni bitkin görünce bana da bir serum bağladı. Baba oğul yan yana yatmaya başlamıştık. Sabaha doğru tahlil sonuçları çıktı durum hiç de iç açıcı değildi. Babama yatış verdiler haliyle ben de refakatçisi oldum. Görevli bizi odamıza bırakıp: "Asla dışarı çıkmayın!" diye tembihledi. Ertesi gün gelen hemşireden test sonucumun pozitif çıktığını öğrendik.


Eve gelen ilaçları babam, tam olarak kullanmadığı için ilaç tedavisini yeniden başlattılar. Mide koruyucuyla başlanan gün, her öğün 8 tane olmak koşuluyla 24 hapla devam etti. Günde 6 litre su içmezsek daha da kötü şeyler olacağını tavsiyesi üzerine beri babamla su içme yarışa girdik


Aslında bakarsanız babamla hiç bu kadar uzun süre yalnız kalıp vakit geçirmemiştik. Hastalık daha henüz ilk evrelerde olduğu için 4-5 gün boyunca babamın çocukluğundan başlayıp gününüze kadar ne var ne yok konuşmuştuk. Hatta bu zamana kadar çekindiğiniz söyleyemediğimiz ne varsa hepsini..


Güzel günler bitmişti babam artık şiddetle öksürüyordu. Öyleki bir gün yardım istemek için dışarı çıktığımda kapının üzerine, adını daha henüz yeni televizyonlardan duyduğumuz İngiliz Mutasyonu yazdığını gördüm. Hemşirelerin odaya girdiklerinde bu kadar çok korunmalarının sebebini anladım. Bilinen belirtilerin aksine tat veya koku duyularımız gitmemişti ama suları şekerli yemekleri tuzlu olarak tadıyorduk.


Gün geçtikçe babamın durumu kötüye gidiyor ben de onun 2 gün önceki halini alıyordum. Sadece su ve haplarla beslendiğimiz için zayıflama belirtileri gösteriyorduk. Doktor babama hastalığım tüm ciğerlerini sardığı için kortizon tedavisine başlayacağını söyledi. 100 grmla başlayan doz 500 ardından 1000 grma ulaştı. Çektiği acıyı anlamak bir yana İlk kez babamın göz yaşlarını gördüm. Bir evlat için bunun ne demek olduğunu anlatacak bir kalemim yok ne yazık ki

2 gün sonra, aralıksız öksürükler bana da musallat olmuştu. boğaz yollarım tahriş olduğu için ağzımdan kan gelmeye başlamıştı. Kullandığımız ilaçların yan etkisinden olacak kalbim sürekli olarak koşuyormuşum gibi atıyordu. Cihazlara ve ilaçlara bağlı olarak uyumaya başladım. Geceleri baskınmış gibi odaya giren hemşireler ekg çekmeleri yeni normalim olmuştu.


Doktor artık bana da kortizon tedavisi uygulayacaklarını söyledi. Babamın neler yaşadığını şimdi anlamıştım. Kolunuzdan yapılan bir iğne, saniyeleri yıllara dönüştürecek bir zaman diliminde tarif edilemez bir sancıyla vücudunuza giriyor sonrasında ecel terleriyle bitap düşmüş vücudunuzun tatlı uykusu başlıyor.


Her gün damar yolumdaki iğneler çıktığı için vermeselerde her ihtimale karşı yenisi açılıyordu bu yüzden kollarımı delik deşik etmiş damarlarımı çatlattığı için mosmor için olmuştu. Kendimde olduğum çoğu zamanımı babamın oksijen değeri ölçekle geçiriyordum entübe olma durumu her an olağandı.


Bir gece öksürük nöbetiyle uyandım. O kadar uzun sürdü ki


"Allah'ım, verdiğin tüm nimetlere şükürler olsun. Biliyorum, zamanında şükredemedim ama acizim. Sen bize yardım et ki sağlımıza kavuşalım. Bir gün bile isyan etmeyeceğim, vereceğin dert ne olursa olsun yüzümden düşmeyecek tebessüm.."


14 günün sonunda iyileşmeye başladığımı hissediyordum. Artık bazı ilaçları içmek yerine çantamda saklıyordum. Şükürler olsun ki babamın da değerleri iyi olmaya başlamıştı. Her şey iyi olacak derken annemin de hastalandığını haberi geldi.


Doktor kalp ritmim için birkaç gün daha müşahade altına alıp taburcu edeceğini söyledi.


4 nisan 2021 yılında yeniden doğmuştum.


17. Günün sabahı, 10 kilo vermiş bir halde yatağımı anneme bıraktım.


Ramazanı beraber tutarız diye niyetlendiğimiz günleri hastanede geçiriyorduk. Annem hastalığı çok daha şiddetli atlattı. Kullandığı ilaçlar sonrasında şeker hastası oldu. Hastaneden çıktıklarından babamın 34. Günüydü.


Ben çabucak toparladım. Babamın tekrar hayata alışması aylarını aldı. Annem de artık şeker hastası olduğu için meyve daha yiyemiyor.


Ama Allaha şükürler olsunki hayattayız.


O günleri anlattığım göz kapaklarımın gözlerimle randevusu var yazısıyla tekrar yad edip hatırladım.


"Keşke diyorum, keşke ömrümden birkaç dakikayı ipek mendillere sarıp saklasaydım.." diye bitiyordu.


Allah'a verdiğim sözü yerine getirmek ve unutmamak için uyandığım her sabah göreceğim bir yere yazdım.


Fark ettim ki 22 yaşıma veda yazısını yazıp, kalemimi uzun bir süre bırakmışım


Ulan artık yazamıyor muyum dedirtecek kadar uzun bir süre geçmiş. Anladım ki benim kalemim, mutsuzluktan ve hüzünden besleniyormuş. Bu yüzden yazamıyormuşum. Olsun varsın kalemim kirletmesin sayfalarımı, en azından hayattayız deyip odama geçtim.



Özel günlerde giymek üzere ayırdığım kıyafetlerimi çıkardım. Her şeyden önce kendime değer vermeliydim. Yeni doğum günümü kutlamak için hazırlıklarımı tamamladım. İlk önce kendime güzel bir yemek ısmarladım. Ardında köşkeroğlunda güzel bir tatlı yedik birlikte. Uzun zaman olmuştu böylesine vakit ayırmadığımız birbirimize.


Bu hüzün yüklü duygu patlamasından sonra sevdiklerime ve hayata bakış açım değişti. Bir şeylerin değerini kaybetmeden anlamaktı niyetim bunun için elimden geleni yapacaktım.


Sevdiklerimin varlığı için hediyeler alıp kendilerine göndermekle başladım. Yüzüme kocaman bir tebessüm kondurup sabahları mutlu kalkmaya ve o yastığı değiştmeye karar verdim.


Verdiğim sözleri unutmamak için, unuttuğumda hatırlamak için Haliç'in sakin saatlerinde bunları yazdım. Aciz olmak çok zor, canımız sağ olsun da geri kolay diyip bitiriyorum bu yazıyı.



Eyvallah..


-------------------------------------------------------------------------------------


6 Nisan 2022


Bu sabah yazdıklarımla ilgili bazı şeyler anımsayarak uyandım. Bunları buraya eklemesem vicdanım beni rahat bırakmazdı..


Hastaneye yattığımız ilk günden beri birçok kişi aradı, durumumuzu merak etti sağolsunlar. Ama Ayhan Hocam çıkana kadar istisnasız her gün aynı saate arıyordu. Bir yerden sonra konuşmakta güçlük çektiğim için sohbetimiz


-Nasılsın Ali, baban nasıl?

+ İyim hocam sağolun


ile sınırlanmıştı. İnsanın, en yakın arkadaşlarından biri, babasından büyük olması biraz garip ama iyi ki öyle..


Beni biraz tanıyan herkes bilir ki tatlıya düşkünümdür. Zaafiyet sınırlarını aşacak derecede hem de. Hastaneden çıktıktan sonra annemin durumundan haberdar olan Miray, bir gün ziyaretime geldiğinde yanında da kadayıf dolması da getirmişti. İnsan kendisiyle ilgili ince düşüncelere maruz kalınca tarifsiz bir mutlulukla doluyor..


Göz kapaklarımın gözlerimle randevusu var yazısını paylaştıktan bir müddet sonra bir mail aldım. Kaç defa okudum bilmiyorum ama ezberleyecek kadardı diyebilirim. Halen daha ara ara açıp okuyorum yazdıklarını. O zamana kadar sadece adını biliyordum, Ervanur. Kendisi yazılarımı yazdığım blog sayfayama abone olan ilk kişi.


İyi niyet temenninelerini sunup halen daha hastane odasındaysam istediğim bir şeyler olursa yardımcı olabileceğini söylüyordu hatta bir kitap bile getirebileceğinden bahsediyordu. Maili aldığımda taburcu olmuştum, zaten olmasam da bulunduğumuz kata giriş yasaktı ama ne önemi var ki? Böylesine güzel bir düşünceye nail olmak dünya da kaç insana nasip olur ki..



Kendisi sonrasında birkaç yazıma editörlük yapmış kalemine hayran kaldığım muazzam bir yazar. Yazdıklarına göz atmanızı şiddetle tavsiye ediyorum. Buraya tıklayarak sayfasına ulaşabilirsiniz.



Son olarak:


"Yaşadığım tüm anları, ipek mendillere saklayacak kadar güzel geçireceğim."










138 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page